25 Kasım 2024 Pazartesi


 Kitap

Fermantasyon ile Dönüşüm Sanatı

İleri Dönüşüm Sanatı Fermantasyon

Bölüm-1

Fermantasyon Nedir

3. Kısım

Kadim Şifa Kaynağı Fermantasyon

Fermantasyon içerisinde canlı bakterilerin ve mikro organizmaların yaşadığı, gıdaları hazırlamanın geleneksel ve kadim bir tekniğidir. Canlı besinler ile beslenmenin vücuda sindirilebilir gıda almak kadar, bağırsaklarımızda yaşayan ekosisteme faydalı besinler sağladığını ve vücudumuza mikro organizmalardan oluşan güçlü askerler göndermek olduğunu hatırlayalım. Bedenimiz, vücudumuzdaki sayısız hücre, mikrop ve bakteriden oluşuyor ve hepsinin toplamı da bizi oluşturur. Konuya farklı bir açıdan bakarsak bağırsaklarımız, bakteri ve mikroplar tarafından oluşturulmuş bizi yönlendirilip, yöneten ikinci beynimizdir. İkinci beynimizde zararlı mikro canlılar çoğunluktaysa yönetimin hiç de iç açıcı olmadığı ortaya çıkar. Bağırsaktaki mikro eko sistem hakkında farkındalığımız arttığında, bu kötü yönetimi de fark etmeye başlarız ve bu yönetimi iyiye doğru değiştirmek için eyleme geçeriz. Sağlıklı besinlerle beslenmeyi seçerek, mikroorganizma ve hücresel düzeydeki canlıların, dolayısıyla organlarımızın ve beynimizin beslenmesine, gelişimine ve dengeli çalışmasına destek oluruz. 

Eski çağlarda insanlar hastalıkların şifasının doğada

olduğunu bilirlerdi, çünkü doğa onların da içinde bulunduğu kendi doğal ortamları yani evleriydi. Her kültür ve geleneğin kendi şifacıları, kendi şamanları ve hepsinin kadim öğretileri vardı. Bu şifacılar uygun bazı bitkileri birbiriyle karıştırarak bir kimyager ya da eczacı gibi ilaçlar hazırlayıp kullanıyorlardı. Bu bilgiler ve yapılan kürler nesilden nesile aktarılıyor bu aktarma sistemine de el vermek deniyordu. Kültür, gelenek ve coğrafyalar farklı olsalar da hepsi fermente gıdalardan da şifa için faydalandılar. Hepsi sirkeyi şifa için kullanıp, fermente edilmiş besinlerle ilaçlar hazırladılar. 

Modern yaşamdan ve toplumlardan önce insanlar, sahip oldukları potansiyelin tamamını kullanmak için daha uygun bir yaşam tarzına sahiptiler. Doğayla iç içe bir yaşamda ihtiyacı olan her şeyin içerde olduğunun farkındalık ve bilgeliği ile hayata bakıyorlardı, hayat da onlara bu bakış açısından geri yansıyordu. Yüzyıllar boyunca hayatta kalmayı bu bilgelikle sağlarken, kendilerini doğanın dengesini bozmadan, doğayla birlikte var olarak iyileştirdiler. Kadim şifa kaynağı olan fermente besinlerin en önemlisi olanı sirkenin, meyvenin mikrop ve bakterilerle bekleyerek fermente olmuş halinden çok daha ötesi olduğunu biliyorlardı. Modern bilim ve modern tıp bile henüz icat edilmemişken kadim bilgelik sayesinde şu an bile insanlığın belki de henüz ulaşamadığı pek çok bilgi kolektif bilinç düzeyinde mevcuttu ve kullanılıyordu. Peki ne oldu da insanlar bu bilinç düzeyinden ve bilgelikten bu denli uzaklaşıp mahrum kalarak, kendilerinden çok uzağa düştüler?

Modern yaşamla birlikte kurduğumuz şehir hayatlarında birer tutsak gibi yaşarken, doğayla olan iletişimimiz de koptu. Antenleri ve kanatları kesilmiş bir böcek misali bulunduğumuz yerden kıpırdayamaz, varlığımızın diğer alanlarından haber alamaz ve iletişim kuramaz hale geldik. Kendi yalnızlığımıza terk edilirken, kendimizi bütünden koparılıp ayrılmış bir parça gibi ayrı hissetmeye başladık. Doğaya ait, yalnızca doğayla birlikte hareket ettiğinde yaşamı ve şifayı hissedebilen varlıklar olduğumuzu unuttuk. Doğadan kopmamızla birlikte, zihinsel hücrelerimizin içindeki hapishanelerimizde, hastalıklarımıza da nasıl şifa bulacağımız onuşundaki bilgeliğimizi de kaybettik. Doğamızı unuturken, doğadan şifalanmayı ve aslında kendimizi ve Özümüzü unuttuk. Kendimizi yalnızca et, kemik, kan, sinirden oluşan bir beden olarak görmeye başladık ve içsel bütünlüğümüzü algılayamaz varlıklara dönüştük. Her nefeste hayat enerjisi almamız gerekirken egzoz dumanı, toz, kir ve zararlı mikro organizmaları soluyup ciğerlerimize göndermeye başladık. İçtiğimiz sularla ve yediğimiz ölü yiyeceklerle her gün sınırsız zararlı kimyasalı vücudumuza besin diye gönderirken, hastalanınca içtiğimiz ilaçla da fabrika ayarlarımızı daha da bozmayı başardık. Kendimizden ve doğamızdan kopup uzaklaşarak, daralan çemberlerimizin içinde her geçen gün biraz daha fazla sıkışarak, kendimizden biraz daha yabana atıldık ve uzaklaştık. Hayatın yalnızca yiyip, içmek, çalışmak, fatura ödemek, ay başını getirmek, çocuğumuzun okul taksitini ödemek gibi sıradan şeyler için olmadığını sorguladığımızda, tüm bunların ötesinde ve bunlardan çok daha değerli olduğunu fark ederiz. Bozulan sağlığımızla beraber bozulan zihnimiz ve doğru kararlar alamayan beynimiz, günlük koşuşturmalar içerisindeki hızımızla çok çok gerilerde bırakmış olduğumuz bir ruhumuz olduğunu da fark ederiz. Hayatta yatay olarak ilerleyerek bir arpa boyu yol kat edemediğimizin fark ettiğimizde, içine sıkıştığımız döngüyü de bir yerden kırarak, dikey olarak daha hızlı ilerleyebileceğimizi anlayabiliriz. Döngü kırıldığında kadim bilgeliğin izinden giderek kendi öz benliğimizi fark eder ve doğanın dönüşüm sanatının içerisinde onunla bir bütün olabildiğimizi deneyimleriz. Fiziksel zihinsel ve ruhsal alanımızı temizleyerek toksinlerden arınıp yeniden fabrika ayarlarımıza döndüğümüzde, modern yaşamın içerisinde bedensel varlığımızı devam ettirsek de zihnimizi resetleyerek modern yaşamın zararlarını minimalize etmeyi öğrenebiliriz. Tüm bunları fark etmek, anlayıp, öğrenmek ve hayatımıza uygulamak sanıldığı gibi zor değildir. Bir kez döngü tersine çevrildiğinde her şey kolaylaşır ve hızlıca akmaya başalar. Bu kitapta bu döngüyü farkındalığın ilk aşaması olan bedenimizi kullanarak, nasıl kırıp tersi yönde işletmeye başlayacağımız konusunda yöntemlerden bahsediyorum. Burada yazdığım ve anlatacağım bütün yöntemler kişisel deneyimlerim sonucunda sizlere aktarmaya karar verdiklerimden oluşuyor. Kitapta literatür ya da bilimsel veriler ışığıyla bilgi aktarımı yapmayı tercih etmeme sebebim de bu temele dayanıyor. Bedensel iyi olma hali içsel yolculuk da son derece önemli bir konudur. İyilik halinin, en kaba formumuz olan bedenimizde çalışmasına ve serbestçe dolaşmasına izin verirsek, bütünsel anlamda bir iyiliği deneyimleyebiliriz. Aksi halde bedensel hastalıklarımızda tutunur, bu hastalıkların dışsal kaynaklı olduğu yanılgısıyla, bedenin sebep değil sonuç olduğunu unutarak, hayatı kurban rolüyle algılanmaya devam ederiz. Bedensel olarak iyileşmeye kendimizi açık hale getirdiğimizde bu iyileşme kabadan inceye doğru geçerek yayılır ve tüm formlarımızda hissedilir hale gelir. Dünyevi kaba bedenin algısı aşılmadan, varlığımızı daha ince formlarda deneyimleyemeyiz. Bedeni iyileştirmek, tutunduklarımız bırakmaktır ve bu bizi âna getirir. Tüm farkındalık ve yaratım ânın içindedir ancak biz zihinsel olarak ya geçmişte ya da gelecekte olduğumuz için bedensel olarak içinde bulunduğumuz şu anda hizalanamayız. Bu konularda derinleşmek ve içsel farkındalığı daha derine taşımak isteyenler Dönüşümde Ustalaşmak isimli ikinci kitabımı okuyabilirler. İkinci kitabım derin ve daha soyut konulardan oluştuğu için, bedensel farkındalığı yakalamadan okunduğunda anlaşılamayabilir. 

 

İçimizdeki Sonsuz İyileşme Gücü 

 

Doğada var olan ve varlığını sürdüren her şeyin bir enerjisi olduğunu ve etrafımızda gördüğümüz her şeyin enerjiden oluştuğunu biliyoruz. Tüm bu enerji birbirine dönüşerek varlığını idame ettiriyor ve asla yok olmuyor. Her şeyin birbirine dönüştüğü bir formun dönüşerek başka bir formda hayat bulduğu dünyamızda aslında ölüm diye adlandırdığımız metaforun bir dönüşüm olduğunu fark edince, ölümün ne kadar büyük bir hayat mucizesi olduğunu da anlıyoruz. Ölümden başka bir yaşama geçerken yaşanan dönüşüm sürecinin en küçük dönüşüm mimarları olan bakteriler ve mikroorganizmalar, bu simyayı fermantasyon ile gerçekleştiriyorlar. Fermente besinlerin, mikroorganizmalar tarafından ön sindirime tabi tutulmuş canlı besinler olduğunu hatırlayalım. Bedenimiz tarafından bu canlı besinler alındığında, sindirilmeye hazır, vitaminler, mineraller, enzimler ve süper mikro askerler sunan süper gıdalarla beslenmiş oluruz. Beden için sindirime hazır sunulan bu süper gıdaların görevlerinin, bedene giren diğer yiyeceklerin de kolayca sindirilmesine yardımcı olmak ve boşaltım işleriyle ilgilenmekle sınırlı olmadığını daha önce yazmıştım. Bağırsağa inen ve sindirimi burada devam eden besinlerin içerisinde yer alan vitaminlerin de sentezlenerek emilime hazır hale gelmesi tam olarak burada gerçekleşmekte ve bu minik dostlarımız tarafından yapılmakta. Vitaminleri sentezlerken, alınan besinin içerisinde bulunmayan bir takım başka vitaminleri de bu mikro dostlarımız kalın bağırsaklarımızda kendileri üretmekte. Ayrıca sentezlenen vitaminlerin de değerleri besin ile alındıklarından onlarca kat yükselerek kana karışmakta. Fermente besinler diğer besinlerle birlikte yenildiğinde, hayvansal gıdalar, çiğ sebze, baklagiller, meyve ya da süt ürünleri gibi diğer gıdaların kolaylıkla sindirilmesini sağlıyor. Özellikle etin sindirimi vücutta zor olduğu için etle birlikte yenilen fermente yiyecek ya da içecekler sayesinde etin sindirim süresi kısalırken, daha kolay sindirilebilir hale geliyor. Vücudun belki de en büyük detoks organı olan bağırsakta, sindirilen bu besinlerin atıkları da probiyotikler sayesinde kolaylıkla dışarı atılarak boşaltım konusunda da bedeni toksin yükünden arındırıp katkı sağlıyorlar. Probiyotiklerin canlı olarak beslenmeye dahil edilmesi vücudumuzda adeta yaşam düğmesine basıyor, hücre onarımı ve ölü hücrelerin tahliyesi de basılan bu düğme sayesinde hızlanıyor. Probiyotikler o kadar yüksek antioksidan içeriyorlar ki vücuda resmen yaşam enjekte ediyorlar, yaşam için anlamlarıyla her an bedene hizmet ediyorlar. Vücuda giren bu yaşam sayesinde hücre yenilenmesi ve yaşlanma etkilerindeki azalma da gözle görülür halde hızlanmaya başlıyor. Bu sayede sadece beslenme yoluyla alınan fermente besinler kişinin cildinde saçında kısa sürede gözle görülür şekilde canlılık ve parlaklık gibi değişiklikler oluşturabiliyor. Kadim insanlar, zaten insan doğasının ana kaynağında mevcut olan bilgiyi direkt kullanıyorlardı. Modern toplumlarda ise insanlar kendisine beton ve plastikten oluşan yaşam alanlarına hapsederken, sadece doğayla olan fiziksel bağlarını kesmediler enerji bağlarını da kestiler. bizim aksimize, doğadaki her varlık tam olarak ne yapması ve nasıl yapması gerektiği bilgisiyle bu hayata geliyor. Bir kedi kedilik öğrenmek veya fare avlamak için okula gitmezken, köpek de havlamayı ve kemik yemenin eğitimini kimseden almıyor. Tüm hayvanlar büyüme evrelerinde annelerinden aldıkları eğitim ve iç güdüleri sayesinde içlerinde bulunan potansiyellerini tam olarak kullanmayı biliyorlar. İnsan dışında hiçbir hayvan hamile kaldığı zaman doğum yapmak için hastaneye gitmiyor. Hayvanlar hayatın her anında ne yapacağını çok iyi biliyor ve hepsi yavrularını tek başına doğuruyor. Yine tek başına büyüttüğü yavrusuna da neyi öğretmesi gerektiğini doğal olarak biliyor. Adeta anne olma donanımını ortaya çıkartıp yavrusuyla olan ilişkisini mükemmel düzeyde tahsis edebiliyor. Doğada her şey kendi iç potansiyeliyle dünyaya geliyor, tıpkı bir tohum gibi. Bir çınar ağacının tohumunda çınar ağacının tüm potansiyeli ve bilgisinin olması gibi insan da bu dünyaya tam ve yeterli bir insan olma potansiyeliyle geliyor. Ancak kendisini bütünden kopuk bir parça olarak konumlandırdığında tüm bu potansiyelden ve bilgelikten de mahrum kalıyor. Hal böyle olunca unuttuğu ve ayrı düştüğünü düşündüğü her şeyi yeniden ve en baştan bulup keşfetmesi ve tek tek öğrenmesi gerekiyor. Keşfettiğimizi zannettiklerimizin zaten kendi potansiyelimizde mevcut olduğunu düşünürsek, bizde var olmayan hiçbir şeyi bulmuş da olmuyoruz. Bu keşiflerle aslında yeniden en başa yani içimizdeki tohuma dönüyor ve o tohumun patlaması ve yeşermesi için uygun bir zemin hazırlıyoruz. Kendi iç alemimizle yeniden bağlantıya geçtiğimizde, doğayla bütünleşip, enerji alanımızı genişletmiş ve yeniden tüm o kadim bilgilere ulaşmış oluyoruz. Kendi içimize doğru bir yolculuğa çıkmak ancak bedenimizin sağlıklı ve dengeli olarak çalışmaya başlamasıyla mümkün olabilir. Vücudumuz ağrılar içerisinde, hasta, enerjimiz düşük, yorgun, bitkinken, depresif bir ruh hali içindeyken, içinde bulunduğumuz âna odaklanamaz ve dengemizi sağlayamayız. Bedensel farkındalık, bedenimizi duymaya ve anlamaya başladığımızda oluşuyor ve bu farkındalığı geliştirmek için disiplinli bir şekilde çalıştığımızda, bedensel tıkanıklıklarımızı da fark etmeye başlıyoruz. Beslenme, bedensel egzersizler belli bir disiplinle gerçekleştiğinde bedensel iyilik hali deneyimleniyor. Enerji seviyemizi düşürmeyen tersine yükselten, hücresel anlamda vücudumuzu besleyen yiyeceklerle bedenimizi güçlendirmeye başladığımızda, sindirim ve boşaltım sistemlerimiz verimli çalıştırarak, toksin yükümüzü azaltıyor, böylece kronikleşmiş ağrı ve hastalıklarımız yerini iyilik haline bırakıyor. Bağırsaklarımızda başlayan ölümü fark edip, yaşama dönüştürdüğümüzde, bütünsel bir iyilik haline geçiyoruz. Fermantasyon tekniğiyle üretilen canlı besinlerin vücudumuzdaki sayısız görev ve faydalarının olması dışında, bir konu daha var ki o da bu besinlerin diğer yiyeceklere oranla enerjilerinin oldukça yüksek olması. Marketlerden alınan işlenmiş, paketli gıdaların enerji değerleri yoktur, burada bahsettiğim kalori değeri değil, yaşam enerjisidir. Yaşam enerjisi olmayan bütün gıdalar ölü gıdalardır. Yaşam enerjisi titreşim ve frekansla ölçülür, var olan her şeyin bir enerjisi vardır elbette ama bazı gıdaların ölü enerjisi vardır, yani düşük bir frekansa sahiptirler ve bu gıdaları yediğimizde bizim frekansımızı da etkiler ve düşürürler. Yediklerimiz bize dönüşmeden önce bizi nispeten kendilerine dönüştürürler yani enerji anlamında içinde bulunduğumuz hali direk olarak etkilerler. Ağzımıza aldığımız ve vücudumuza besin olarak gönderdiğimiz yiyecekler sindirim esnasında enerji alanımıza direk etki ederek bizi kısmi olarak dönüştürürler. Biz yiyecekleri sindirdiğimizde bütünsel anlamda bizim enerjimize katkı sağlamış olurlar. O zaman yüksek enerjisi olan yiyecekleri yediğimizde, sindirim süresince enerjimizde düşüş olmaz aksine yükselme olur. Besin sindirilerek bize dönüştürüldüğünde de genel olarak mevcut enerjimizin birkaç birim artmasına katkısı olur diyebiliriz. Bunu şu örnekle biraz daha iyi anlayabiliriz. Bazen yemek yedikten sonra üzerimize rehavet çöker ve hemen olduğumuz yere yığılıp uyuya kalırız. Bazı yiyeceklerden az miktarda yesek de bizde hemen halsizlik ve yorgunluk yapar. Bazı yiyecekleri yediğimizde de tam tersi karnımız doymasına rağmen kendimizi kuş gibi hafif hissederiz ya da yediğimiz yiyeceğin bizdeki etkisi yoğun bir enerjidir ve yaptığımız işe odaklanmamızı ve ertelediğimiz bazı işleri kolaylıkla yapabildiğimizi fark ederiz. İşte anlatmak istediğim tam olarak bu. Enerjisi olmayan dolayısıyla ölü besinlerle midemizi doldurup karnımızı doyurabiliriz ancak hücrelerimizi ve beynimizi aç bırakırız. Aç kalan hücrelerimiz bizden daha çok besin ister. Biz de acıktıkça yer, yedikçe yine acıkırız, bu çemberde dönüp dururken vücudumuzun da giderek direnci azalır ve çeşitli hastalıklarla tanışmaya başlarız. 

Gıdalarınız ilacınız olsun, ilacınız gıdanız demiştir Hipokrat. Doğru beslenmeyle ilaca gerek olmadığını çok net ifade etmiştir. Madem beslenme ve besinler bu kadar önemlidir neden ölü yiyecekler yiyerek bedenimizi beslemeden hayatta kalmaya çalışıyor ve ilaçlara kendimizi mahkûm ediyoruz? Koruyucu hekimliğin yeniden popüler hale gelmesiyle insanların beslenme yönündeki farkındalıkları da biraz daha artmıştır. İlaçlara mahkûm edilmiş hayatlarda pek çok doktorun söylediği bu hastalıkla yaşamayı öğrenmelisin cümlesindeki asıl anlam yaşamak değil ancak hayatta kalmak olabilir. Gerçek besinle hiçbir ilgisi olmayan katkı maddesi ve dolgu maddesinden oluşan yiyeceklerin bizi hasta ettiği ve ilaçlara bağımlı yaptığı ortadayken, bu gerçekliğe sırt dönerek yaşamaya devam etmek bize bir şey kazandırmazken zaman kaybettiriyor. Bu zamana kadar yaptıklarımızla bu noktada olduğumuzu düşünürsek, değişim ve dönüşüm bizim için kaçınılmazdır. Her nefeste içimize çektiğimiz havayla birlikte soluduğumuz zehirlerin de bu duruma sağladığı katkıyla, yaşamdan ve yaşam enerjisinden uzak, adeta yaşayan ölüler gibi hayatta kalmaya çalışmanın bizi götüreceği tek nokta tükenmişliktir. Sıkışıp kaldığımız betondan ve plastikten hayatlar, sentetik dünyalar bizi kendimizden ve doğamızdan uzaklaştırırken tüketim toplumunun esiri haline getirmiştir. Üzerindeki ölü toprağını atan herkesin kendisine soracağı ilk soru ben ne yiyorum bu bedeni neyle besliyorum olacaktır. Kendini besleyemediğinin farkındalığı kişinin fabrika ayarlarına dönmek için ilk adımı atmasını sağlar. bütün bu bilgiler ışığında, kendisini koruyup muhafaza edebilen bir güçte olan, içinde yaşamı barındıran sirke, turşu kombucha, kvass, tarhana gibi fermente besinlere yalnızca lezzetli yiyecekler gözüyle bakılabilir mi? Bu dönüştüren yiyecekler kişiye gerçek yaşamsal bir farkındalığa geçmesi için enerji sağlar. Kendileri zaten başlı başına dönüşüm sanatının bir eseri olan bu besinler bedene girdiği zaman enerjileriyle bedeni adeta canlandırıp aktive ederler.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder