Fermantasyon ile Dönüşüm Sanatı
İleri Dönüşüm Sanatı Fermantasyon
3. Bölüm
Benim Hikayem
1. Kısım
Benim hikayem
F.M. den önce
Üzerinden yıllar geçmesine rağmen dün gibi aklımda, 2014 yılının ocak ayının başındaydık, dudaklarım mosmor olup nefes alamaz bir şekilde, akşamın bir saati ambulansla acile kaldırıldım.
Yapılan kan testleri neticesinde kan yıkımı yaşadığım ortaya çıkmış ama sebebi tespit edilememişti. Ardından gelişen akut böbrek yetmezliği olayın gizemini daha da arttırırken,
gittiğimiz GATA’nın acilinden Cerrahpaşa’nın aciline yine aynı gece ambulansla sevk edildim. İstanbul’a geleli henüz 5-6 ay olmuştu. Konya’dan ne gemileri yakarak ne de kaçarak gelmiştim. Konya’da bir evcil hayvan çiftliği hayal etmiştim ve o çiftliği her türlü zorluğa rağmen insan üstü bir mücadele ile kurmuş, yaklaşık iki yıl tek başıma üretmiş, çalışmış, çabalamış ve bir şeylerin sona geldiğini görünce de bitişi kabullenip, satıp savıp, eski Datça model aracıma birkaç kedimi ve o dönem benimle olan bir kızım Şeyma’yı da alarak İstanbullun yolunu tutmuştum. Neden İstanbul derseniz
, oğlum buraya bir yıl kadar önce gelip yazılım işine başlamış ve buraya yerleşmiş, ardından ikizlerden birisi olan kızım Beyza da lise sonda İstanbul’a abisinin yanına taşınmıştı. İkizlerin diğeri Feyza’da benden önce İstanbul’a geldiği için, Konya’daki hayatımı sonlandırıp İstanbul’a yeni başlangıçlar için geldim. Gelirken kalbim kırık, yenik, hüzünlü, bedenim ve aklım yorgun ve ümitsizdi ama yılmamıştım. Hayat devam ediyordu ve etmeliydi. Çocuklar vardı, mücadele yeniden başlamalıydı ama nasıl, nereden? Bir süre İstanbul’a uyum sağlamaya çalışmak ve ev hayatında dinlenmekle devam eden yaşam o esnada, aşırı stressin ve ev hayatına geçisin yan etkileri olarak kilo almaya başlamamla devam ediyordu, ta ki ölümle yüz yüze geldiğim o güne kadar.Artık acilen kaldırıldığım hastanede yatıyordum ve neyim olduğu, ne zaman çıkacağım, iyileşecek miyim yoksa böyle mi kalacağım, neden bu oldu ve neden bana oldu gibi cevapsız sorularla hastane odasında uyumadan, kaygı ve endişe içerisinde kaldığım belirsizlik içindeki günlerdi hayatım yalnızca. Kan yıkımı ve ardından oluşan böbrek yetmezliğinin sebebini bulmak için her gün defalarca kan alınarak tetkikler yapılıyor, çıkan sonuçlardan da bir neticeye varılamıyordu.
Bu sırada yaşadıklarımı özetlemem gerekirse; diyalize bağlanmam, sürekli verilen serumlar yüzünden tüm vücudumun balon gibi şişmesi, böbreklerimin tamamen çalışamaz duruma gelmesi ve bu esnada ünitelerce kan nakli yapılması, yaşadıklarım arasında sayılabilir. Yaşadığım bu ani rahatsızlığın şokuyla ağır bir depresyon, hiç uyku uyumadan geçen geceler, kalp atışlarımı tüm bedenimde her an hissettiğim içinde sıkışıp nefes almakta zorlandığım günler olarak hastane dönemini özetleyebilirim sanırım.
Yaklaşık iki hafta süren diyaliz sürecinde neden ve nasıl sorularının içerde ve dışarıda cevap bulamaması depresyon halimi ağırlaştırırken, sebepsiz hıçkırıklarla ağlama seanslarım genelde diyaliz sürecimin eşlikçisi haline gelmişti. Kan tahlillerinden netice alamayan doktorlar böbreklerime biyopsi yapmaya karar verdi. Biyopsiden kısa bir süre sonra böbreklerim yeniden yine sebepsiz bir şekilde çalışmaya ve kan değerlerim de birkaç haftada yeniden normal değerlere yaklaşmaya başladı.
Bir ay süren Cerrah Paşa hastanesinde yatış yolcuğumun nihayet sonuna gelmiştim. Hastaneden çıktıktan sonra her hafta kontrol amacıyla yaklaşık üç ay kadar nefroloji bölümüne gidip kan verdim. Kan değerlerimin tamamen normal seyrine dönmesiyle kontrollerim de sona erdi. Akut böbrek yetmezliği tamamen iyileşmiş ve ben yeniden hastalanmadan önceki sağlığıma kavuşmuştum. Hastaneden taburcu olup eve dönmek için çocuklarla bindiğimiz vapurda çay içip simit yerken içinde bulunduğum o anın muhteşemliğine inanamadığımı gayet net hatırlıyorum. Biyopsi sonucu, taburcu olduktan kısa bir süre sonra çıktı. Hayatımdaki en ağır deneyimi yaşamamdaki sorumlu, vücudumda alerjik reaksiyona sebep olan bel ağrımı dindirmek için içmiş olduğum reçeteli kas gevşetici olan minicik bir haptı.
Alerji çocukluğumdan gelen beni en çok zorlayan kronik bir rahatsızlıktı benim için. Oda tozuna, akara, çiçeğe, doğaya, güneşe, aklınıza gelebilecek her şeye alerjim vardı. Yılın her ayı ve her günü alerji ilaçları kullanarak hayatımı sürdürebiliyordum. Yazları aldığım ilaçlar yetersiz kaldığı için kortizon iğneleriyle takviye ediyordum. Alerji ilacım aniden bitse, ya da almayı unutsam, gece yarısı hapşırık ve kaşıntıyla başlayan ardından çok kısa surede giderek öksürük ve nefes darlığına ve gözlerimin yüzümün şişmesine kadar giden krizler sonucu kendimi nöbetçi eczane ararken buluyordum. Alerji geçmişimi göz önüne aldığımda biyopsiden çıkan sonuç beni hiç şaşırtmamıştı ama üzmüştü. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan tek hastalığımın alerji olmaması, sık sık dayanılmaz migren ağrıları da çekmem ve ağrı kesicilerin benim için hava su gibi yaşamın bir parçası haline gelmesi ve onlar olmadan nasıl yaşanır bilmeyişim üzüntümün nedeniydi.
Küçüklüğümden bu yana ağrı kesicileri leblebi gibi yanımdan ayırmadan ikişer üçer bazen dörder tane yutarak ancak baş ağrısından kurtulmayı başarırdım. Hayatımda ilaçlar olmadan bu ağrılarla nasıl baş etmem gerektiğini bilmiyordum ve bu konu benim için büyük bir sorundu.
Hastane olayının üzerinden henüz birkaç ay geçmişti ki bel fıtığım tabii ki yeniden nüksetti. Yatak çarşafını düzeltirken aniden bir çığlıkla kalakaldım ve yine bana acilin yolu göründü. Bel fıtığından daha önce de ameliyat olmuştum ve ilk ameliyatımın üzerinden geçen 8 yılın ardından bana yine ameliyat masasının yolu görünüyordu. Hem de aynı yerden ve ikinci kez.
Bu zamana kadar ne zaman belimden tutulmuş olarak acile gitsem ilk müdahale olarak ağrı kesici ve kas gevşeticiyi karıştırıp enjeksiyon olarak uygulardı acil hemşiresi. Bu sefer işler öyle olmadı, korktuğum başıma gelmişti. Ağrı kesici kullanamadığım için ağrılarımla baş başa kalmıştım.
Yapılan tetkikler ve çekilen MR sonucunda acilen ameliyat olmam konusunda, gittiğim tüm doktorlar mutabıktı. Kısa bir süre doktor arayışımın ardından ameliyat günüm verildi ve ben evde ameliyatımı beklerken yaklaşık bir aydan uzun bir süre yatağa yarı bağımlı olarak yaşadım. Kısmi olarak hissizleşmiş olan sağ bacağım, bacaktan topuğa inen şiddetli bir ağrıya eşlikçi olarak ayak parmaklarım ve kalçamın bazı bölgelerinde de yer yer hissizlikle geçen bir koca ay. Tüm bu sürecin ve yeniden ameliyat olmamın suçunu kilolarıma mal ediyor ve her şeyin sorumlusunu son zamanlarda aldığım aşırı kilolarım olarak görüyordum. Bu sefer kilo vermek konusunda son derece kararlı olduğum için, ameliyat günü verilmeden önce bir diyetisyene bile gitmiştim. Kilo verirsem ağrılarım azalır, bel fıtığım belki 3. Kez tekrarlamaz ve ameliyatım kolay geçer diye düşünüyordum. Sürekli alıp verdiğim kilolarımın da kökeninin çocukluk yıllarına dayandığını söylemem sizi şaşırtmaz sanırım. Diyetlerle verilen kiloların ardından her seferinde verilenden fazlasını alarak neredeyse obez olmuştum. Diyetisyen yaptığı kan tahlilleri sonucu insülin direncim olduğunu söyledi. Yani yediğim her şeyi vücudum yağ olarak depoluyordu ve İnsülin direncimin hemen ortadan iyi bir diyetle kaldırılması gerekiyordu. Diyetisyen, glisemik indeksi düşük yiyeceklerle güzel bir diyet listesini de elime tutuşturup beni eve gönderdi. Şeker, ekmek ya da içinde gizli şeker olan herhangi bir yiyecek ya da içeceği tüketmem yasaklanmıştı. Önceden olsa bu yasak listesi bana belki birkaç gün dayanırdı çünkü beslenme temelimi zaten hamur işleri ve şekerli yiyecekler oluşturuyordu. İçinde bulunduğum ağrılı dönem sebebiyle hayat beni öyle bir noktada kilitlemişti ki canım burnumda olduğu için ağlaya ağlaya listeme harfi harfine uymaya başladım. İnsülinin direncini kırmak için çıktığım diyet yolunda her gün benim direncim kırılsa da hiç pes etmeden yürüyordum. Aslında yürüyüş de yapmam gerekliydi ama bel fıtığı atağında yürüyüş mümkün olmadığı için tabiri caizse yattığım yerden kilo vermeye başladım. Ameliyata girmeden önceki tartımda bu bekleme ayımda 4 kilo vermeyi başarmış ve doktorumdan aferin bile almıştım. Yatarak ve büyük bir ıstırapla geçen bu bir aylık sürede sağlık ve beslenme ile ilgili pek çok doktor ve beslenme konusunda alanında isim yapmış binlerce insanın hayatına dokunmuş kişilerin kitaplarını okuyarak insan vücudunu ve metabolizmasını, beslenme gerçeklerini ve daha pek çok insan bedeni, sağlığı ve beslenmesi konularında okumaya başladım.
Buraya kadar iyi kötü gelmiş ve ameliyat masasına bile yatmıştım ancak ameliyat sonrası ağrılarla ilaçsız nasıl baş edebileceğim konusunda henüz kendimi ikna edebilmiş değildim. Neyse ki en basit ağrı kesici olan ve eskiden benim üzerimde etki yapmadığı için hiç kullanmadığım bir ağrı kesiciyi çok nadir de olsa içmeme izin vardı. Bu ilacın etken maddesine alerjim çıkmamıştı ama bu çıkmayacak anlamına gelmediği için ne kadar basit de olsa ona karşı da dikkatli olmam şarttı.
Ameliyatım çok iyi geçti ve hafif ağrı kesicimden günde bir tane içerek ve bol bol ağrılarıma sabrederek, sonrasında kısa sürede günlük hayatıma dönmüştüm. Ameliyattan sonra beşinci gün itibariyle dışarıda günlük yürüyüşlerime başlamıştım bile. Bilgiye ve okumaya karşı hissettiğim açlıkla neredeyse tüm zamanımı okumaya ve öğrenmeye adamıştım. Kitaplar alıp okuyor, okuduklarımı internette araştırıyordum. Okuduğum her bir kitap ufkumu daha çok açıyor, beni yeni kitaplara ve araştırmalara yönlendiriyordu. Okuduklarım beni bir noktada bağırsak florasına, probiyotiklerin önemine ve fermantasyona getirdi. Fermantasyon benim için müthiş bir buluştu. Şeker yüzünden beslenmemden çıkarttığım pek çok yiyeceği artık yiyebilecektim. Her şeyi ama her şeyi fermente etmeye başladım. Altı aydır ağzıma bir lokma ekmek koymamıştım ve eski buğdaydan öğütülmüş un bulup ekşi maya yapmaya karar verdim. Yaptığım ekşi mayalı ekmek antik ekmek olmuştu ve lezzetli olmasının yanı sıra son derece doyuruyordu da. İnce bir dilimi kâfi geliyordu aylar sonra ekmek yemek benim için inanılmazdı. Sütü yoğurdu, meyve ve sebzeleri, baklagilleri ve tahılları her şeyi fermente ediyordum. Ne de olsa bakteri kardeşlerimizin işi şekeri dönüştürmekti. Yani şekerli olan yiyeceklerin şekerini onlar yiyip dönüştürüyor bana da aynı yiyeceğin sağlıklı formuyla beslenmek kalıyordu.
Mutfağımda artık her bir köşede başka bir gıda fermente oluyordu. Fermente Mutfağım ilk olarak evimin mutfağında böyle oluştu. Mutfak benim için atölye olmuştu, hatta benim laboratuvarımdı. Sadece yiyecekleri fermente etmiyor, içerisinde zararlı kimyasallar olduğu için attığım temizlik ve kişisel bakım ürünlerinin doğal versiyonlarını da artık kendim için yine kendim üretiyordum. Krem, rol-on, diş macunu, sabun, sivrisinek kovucu, çamaşır bulaşık deterjanları, yer ya da yüzey temizleyicileri artık neye ihtiyacım varsa üretip kullandığım bir ar-ge merkezi olmuştu mutfağım. İlk ürünlerim, araştırmalarım sonucu kendi oluşturduğum formüllerle ortaya çıkmıştı ve ilk kullanıcısı da ben ve o zamanlar 17 yaşında olan kızım Beyza’ydı. Diğer çocuklarım konuya dolayısıyla ürünlerime temkinli yaklaşmayı tercih ederken Beyza bana güvenmiş ve her kullandığı ürünün üzerinde yarattığı müthiş değişimi deneyimleyip heyecanla bana anlatarak ilk taraftarım, ilk kullanıcım ve ilk hayranım haline gelmişti. Turşu, sirke, kombu çayı, kefir, ekşi mayalı ekmek, tarhana, fermente sucuk, peynir, tereyağı, ghe yağı, fermente zeytinler, kahvaltılık çemen gibi mutfakta neye ihtiyacım varsa onun fermente ve sağlıklı halini üretiyordum ve kısa süre içerisinde beslenmem sadece kendi ürettiğim ve pek çoğu fermente edilmiş bu gıdalardan oluşmaya başladı. Tüm bu yiyeceklerin yanı sıra, çeşit çeşit sabunlarım olmuştu. Kakao yağlı, Hindistan cevizi yağlı, çam katranlı belki yirmi çeşidin üzerinde sabun yapmaya başladım. Kantaron yağlı kremim, shea yağlı roll-onum, güneş kremim, ctronella sivrisinek kovucum, deterjanlarım, bentonit killi diş macunum onlarca da kişisel bakım ürünüm vardı. Adeta durdurulamaz bir şekilde araştırıyor, formül hazırlıyor, deneyip doğru formu buluyor, üretiyor, kullanıyor ve bulduklarımı insanlarla paylaşıyordum. Temizlik ürünleri de üretim alanıma girince deterjanlar, arap sabunları, şampuanlar liste uzadıkça uzadı ve sadece birkaç ayda ne mutfakta ne de evde adım atacak yer kalmadı. Tüm bunları yaparken bir taraftan da yazmaya başlamıştım. Bir blog açmaya karar verdim ferdauslu.net bloğumda her gün yeni formülerimden oluşan ürünlerimi, gerekliliklerini, faydalarını neden kullanmak gerektiğini anlatıyor yazdıklarımı sosyal medya hesaplarımdan insanlarla paylaşıyordum. İnsanların büyük bir ilgisiyle karşılaştım, meğer bu konular her kesin ortak derdiymiş bunu anladım. Çok kısa sürede etrafımda yazdıklarımı okuyup etkilenenlerden oluşan bir topluluk oluştu. Bu güzel topluluk ürettiklerimden istiyordu. Ben de biraz daha fazla üreterek bir kısmını isteyenlere göndermeye başladım. İlk zamanlar hobi olarak başladığım bu üretim yolculuğunun beni önce girişimci sonra da sanayici yapacağı o zamanlar ne aklımdan ne de hayalimden geçmiyordu, nitekim bu uzun soluklu bir yolculuk olacaktı.
Beslenme alışkanlıklarımı değiştirmek adına çıktığım yolda hayatım baştan sona değişmeye başlamıştı. Mutfağım laboratuvar olurken, ben hem yazar hem de ar-ge ci olmuş ve sadece kendi ürettiklerimle beslenir ve yaşar hale gelmiştim. Vücudumda çok güzel değişikliklere gün be gün tanıklık ediyordum. Daha bir yıl bile olmadan 25 kilo vermiştim. Migren ağrılarım, alerji, depresyon, eklem ve kas ağrıları, kronik yorgunluk ve uykusuzluk gibi pek çok şikâyetim de artık yoktu. Hem bedenen hem de zihnen enerjim bitmek bilmiyordu ve adeta ilk gençlik yıllarıma geri dönmüştüm. O kadar yüksek bir enerjim vardı ki sabah gün doğumuyla kendiliğimden uyanarak başladığım güne, yatana kadar birbirinin devamı ama birbirinden bağımsız sayısız iş ve organizasyonla çalışarak bitiriyordum. Sanki yeniden doğmuş gibiydim. Artık eve de sığmayan ürünlerimi bir atölyede üretme zamanı geldiğini fark ederek bu enerjinin de katkısıyla ilk üretim yerim için küçük bir üretim atölyesi kiraladım, ürünlerimi ve işimi oraya taşıyarak Fermente Mutfağımı resmi olarak ilk kez 2016 yılında açmış oldum. Sonrasında işler birkaç yılda büyüdü, butik bir üretim tesisinde sanayici kimliğiyle ürerime halen devam ediyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder